Merhaba Sevgili Dostlar.
Bu hafta sizlerle küçük bir hatıramı paylaşacağım.
Bahsedeceğim olay ben de derin iz bırakan ve beni geçmişe götüren bir hatıradır.
Yıllar önceydi bir yaz tatili akrabalarımı bundan önce sıkça yatığım gibi ziyarete gitmiştim.
Hedefimde az görüştüğüm annemin öz amcası ve bizim oranın diliyle ile “gelaba” dediğimiz yengem vardı. Güzel bir yerde, köyün hafif dışında ormana yakın, küçük şirin bahçeli, içinde meyve ağaçları olan, yaylalık diyebileceğimiz bir bağ evleri vardı. Bu evi yeni yaptırmışlardı. Bu iki ihtiyar ömrünün son demlerinde burada yaşıyorlardı. Evlerine yalnız gittim. Amacım ziyaret ve gönül alma, belki de helalleşme idi. Çünkü köye sadece yaz tatillerinde gidebiliyordum.
Beni küçük yaşlı birkaç zağar (av köpeği) karşıladı. Korkmadan yanlarından geçtim ve bu küçük bağ evinin merdivenlerinden yukarı çıktım. Beni yengem merdivenlerde karşıladı. Yaşlanmış, beli bükülmüş ve zayıf düşmüştü. Amcam ve gelebam beni görünce çok memnun oldular. Ne ikram edeceğini bilemediler. Amcam, camın dibindeki divan da serilmiş yatakta yarı oturmuş vaziyette, çizgili pijamalarını giymiş, sanki mahpushane insanı gibi öylece uzanıyordu. Bana “hoş geldin” dedi ve öperek sarıldı. Ben de yanına oturdum. Amcam elleri titreyerek cebinden eski bir tütün sarma makinesi çıkardı, tütününü kağıda koydu ve makine ile sararak bir güzel telledi. Tütün sarma makinesi çok hoşuma gitti, biraz inceledim ve geri verdim. Anladım ki çok eski bir makine idi.
Hoş sohbet derken, gelebam elinde çay tepsisi olduğu halde kapı eşiğinden sendeleyerek içeri girdi.
Ben de onu karşıladım, elinden çay tepsisini aldım. Duygulu görünüyordu. Bana baktı ve aynen şu ifadeyi kullandı; “ölücez garik” değil mi?’’
Belli ki bu hayat yolunun son demin de çok yorulmuştu. Belli ki söylediğine kendisi de inanamıyordu, inanmak istemiyordu. Ama yıllar ve çileli hayat bellerini bükmüş, eşini yatağa atmış. Onu da bu ihtiyar halinde ona hizmetçi kılmıştı. Amcam ve yengem biraz inanç yönünden eksik kalmış insanlardı. Bunda onların değil, belki o dönemin payı vardı. Köyler ihmal edilmiş, insanlar dinini doğru kaynaklardan öğrenememişlerdi. Gençliklerini hayal meyal hatırlıyorum. Amcam çok avcı bir insandı. Daha birkaç yıl öncesine kadar zağarlar önünde, kendisi av elbiseleri içinde elinde tek gırması, adeta asker gibi o dağ senin bu dağ benim avlanırdı. Onu sadece şöyle hatıralarıma kodlamıştım; bir çift zağar, tam tekmil avcı elbisesi ve belinde yer alan av filesinde tavşan. Çok avlanırdı. Kim bilir ne heyecanlar yaşamıştı, hangi tavşanı nerede kovalamış, hangi dağlarda sabahlamış. Arkadaşları ile büyük bir av ateşi etrafında ne sohbetler etmiş, ne tavşan çevirmesi yapıp yemişlerdi. Belki sabahlara kadar sohbetler etmişlerdi. Ne de keskin gözleri vardı ne büyük nişancı idi kim bilir? Şimdi geriye kalan ise, sulanmış ve buğulanmış bir çift göz tutmayan dizler ve deyim yerinde ise bu güzel bağ evinde mahpusluk hayatı kalmıştı. Zağarlar ise aşağıda yiyip içip, yatarak miskince onu bekliyorlardı . En sadık olanlar onlardı çünkü bu ihtiyar vaziyette bile olsa onları terk edip gitmemişlerdi.
Çayımı yudumladım ve ellerinden öperek dualarını da alarak çıktım. Bir daha o bağ evine onlar oradayken gidemedim. Birkaç yıl sonra arka arkaya vefat haberleri geldi. Gurbette olduğum için cenazelerine katılamadım. Bana da o koca iki ömürden sadece bu küçük bir sayfalık hatıra kaldı. Allah bütün Müslüman kardeşlerimize bu dünya da ve ahrette güzellikler nasip etsin.
Onları da cennetine kabul eylesin.
Bizlere de bu küçük hatıradan ders çıkarmak nasip etsin.
Amin.
Ali HANLI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder